“Acınası bir çocuk yaratmanın yolu, çocuğu istediği her şeye sahip olmaya alıştırmaktır.”- Jean Jacques Rousseau, Emile
Çocuklara istedikleri her şeyi vererek ne kadar büyük zarar verdiğimizin farkında mıyız?
“Çocuğun bir şeye sahip olmak için tek yapması gereken o şeyi istemekse, kendisini sahip, diğer herkesi de köle gibi görür. Rousseau, çocuğun “ihtiyaçları” ve “istekleri” arasındaki ayrımın çok önemli olduğunu vurgulamıştır. İhtiyaçlar cömertçe karşılanmalıdır, ancak her isteği yerine getirmek küçük bir gaddar yaratmanın formülüdür.”*
Bazı anne babalar, “biz yokluk içinde büyüdük, çocuğumuz bolluk içinde büyüsün” psikolojisiyle çocuğun bir dediğini iki etmiyor. Bazen akranlarından, komşu çocuğundan, geri kalmasın güdüsüyle mecbur hissederek bunu yapıyor. Bazen bizim çocuğumuzun Nurten’in oğlundan, Fatma’nın kızından ne eksiği var hırsıyla yapıyor. Bazı anne babalar (özellikle çalışan anne babalar), bazen çocukla yeterince kaliteli zaman geçir(e)miyor olmanın verdiği suçluluk duygusuyla, çocuk ne isterse alma yoluna gidiyor. Bu şekilde çocuğun sevgisini kazanacağını düşünüyor, bu şekilde özür dilediğini hissediyor; bir nevi rüşvet gibi aslında…
Elbette ailenin sahip olduğu değerler de çok önemli. Anne baba da sınır tanımadan, ihtiyacının çok ötesinde kredi kartına yüklenen, lüzumsuz alışverişe düşkün kişilerse, zaten ilk olarak kendileri farkındalıktan yoksun olabiliyor.Lüzumsuz tüketimi yaşam biçimi haline getirmiş aile, çocuk “aypet istiyorum, ayfon istiyorum, ay her şeyi istiyorum” dediğinde, çocuğu kolundan tuttuğu gibi soluğu mağazada alabiliyor.
Sonra ne oluyor? Küçücük yaşından itibaren her istediği parmağını şıklatmasıyla yerine getirilen çocuk, çalışmak, çabalamak, sabretmek nedir öğrenemiyor. Aile, çocuk tembel diye çocuğa kızıyor. Okul çağına geldiğinde, okulda neden uyum sağlayamadığını, neden başarısız olduğunu, neden her şeyden çok çabuk sıkıldığını, neden obez olduğunu, neden hiperaktif olduğunu, neden doyumsuz olduğunu, neden motivasyonsuz olduğunu, neden odaklanamadığını sorguluyor.
Oysa bugün çaba ve sabır, akademik başarı için olduğu kadar hayatta mutlu olmak için de çok temel kavramlar. Neden? Bunların olmaması ne gibi sonuçlar doğurabiliyor?
• Her şeye kolay yoldan ulaşmayı öğrenmiş olan çocuk, çalışma ve çabalamayı bilmediği, bilse de zul gördüğü için, başarısız oluyor.
• Bazen, başarısız olduğunda bunu yeterince çaba sarfetmemeye değil, zekasının yetmemesine bağlıyor. Yeterince çalışmadığım için değil, zeki olmadığım için başaramadım diye düşünüyor. Özsaygısı düşük oluyor.
• Çabalayarak ulaşılan zaferin keyfinden yoksun bırakılıyor. İç motivasyon kazanamıyor, çünkü başarı hep dışardan bir ödüle, hediyeye, maddiyata bağlı olarak kutlanıyor.
• Zorluklarla baş etme becerilerinden yoksun yetişiyor.
• Kadir kıymet bilmiyor. Ne sahip olduklarının, ne çevresindeki insanların değerini biliyor. Duygusal ilişkilerini de “kullan-at” mantığında yürütüyor. İlişkinin çaba gerektirdiği, bazen zorluklarla mücadele etmeye değeceğini bilmiyor. İstediğine ulaştığı anda, elindeki değerini yitiriyor.
• Anne baba ile sevgi ilişkisi materyal bir alışveriş temeline inşa edildiğinden, karşılıksız sevgi kavramını bilmiyor.
• “Gerçek hayatta” bir işe girecek olsa bir türlü tutturamıyor, hemen pes ediyor, bir işten öbürüne geçip duruyor.
• İnsan olarak sahip olduğu değeri, giydiği markaya, kullandığı arabaya bağlı olarak belirliyor.
Bunlar sanki çocuğun suçuymuş gibi, çocuğun bir “bozukluğu” ya da tıbbi bir sorunu varmış gibi, öğretmeni iyi değilmiş gibi, okulu iyi değilmiş gibi, bazı aileler iğne, çuvaldız ne bulurlarsa kendileri hariç her yere batırıyorlar. Çocuğu nasıl bu hale getirdim, ben nerede yanlış yaptım diye kendini sorgulayan da vardır tabii.
Elbette çocuğa istediği her şeyi vermek bilinçli bir seçim de olabilir: Aile, “Bizim değerlerimiz bu, istediğimiz bu, biz tüketici zihniyetindeyiz, bu seçimi yapıyoruz, çocuğumuzu da bu değerle yetiştiriyoruz” diyebilir. Kimse kimsenin doğrusuna yanlışına karışamaz elbette. Ama o zaman okulda ve daha sonraki hayatta çocuk sorunlar yaşadığında, tatminsiz bir insan olarak yetiştiğinde, sizi ve herkesi kölesi gibi görmeye başladığında, depresyon, alkol gibi sorunlar baş gösterdiğinde, bazı uç örneklerde olay intihara kadar varabildiğinde, başta çocuğunuzu ve başka herkesi suçlamadan önce aynada kendinize bakmanız daha faydalı olabilir. O zaman iş işten geçmiş olur tabii.
Eskiden “sabrın sonu selamettir”, “işleyen demir ışıldar”, “çalışan kazanır” gibi sözler duyardık. Etrafta bu aralar bir slogan görüyorum: “Keyfine bak, sen yaparsın, aslanım benim ” diyor. Bu sloganının bende yarattığı algı : “Kasmaaa, çalışma, gez toz, istediğin diploma değil mi, zaten alacaksın, alan memnun veren memnun ”. Sonra çocuk iş dünyasına atılınca (atılırsa tabii), soğuk duş etkisi yaşıyor. Nerede o egosunun şişirildiği güzelim günleeer, nerede gerçek hayat… Gelsin depresyon, işten işe sıçramalar, tatminsiz ilişkiler, mutluluk hapları, Hindistan’a yolculuklar, Ferrarisi’ni ne hikmetse “satan” bilgeler… Bugün Batı dünyasını saran bu mutsuzluktan herhalde en çok ilaç firmaları ve Hint turizmi fayda sağlıyordur.
Çocuklarınıza sınırlar koyun. Onlarla kaliteli zaman geçirin. Onlara çabalamanın gerekliliğini ve de güzelliğini öğretin. Onlara sevgi verin. Tabii ki temel ihtiyaçlarını karşılayın, tabii ki hediyeler de alın, ama her şeye kolayca ulaşmak boyutuna varmadan… Çünkü gerçekten, kısa vadede yaşadığınız suçluluk duygusu yüzünden, uzun vadede onlara kötülük yapmış oluyorsunuz.
Acınası bir çocuk yaratmanın yolu, çocuğu istediği her şeye sahip olmaya alıştırmaktır. Rousseau, bunları ta 1762’de yazmış. Demek ki, eğitimin bazı esasları zaman, mekan tanımıyor; hele ki bugün tüketim zihniyetinin hakim olduğu global dünyada daha da geçerli bu sözler…
Düşünüyorum da, bugün Rousseau şu You Tube’da epey meşhur olan, “Anlayamazsınız…” videosunu izleseydi ne derdi acaba? Hani şu küçük yavrularına 100.000 Euro değerinde yat hediye ederek onu sevinç gözyaşlarına boğan ailenin videosu…
Anlayamazsınız, sayın Rousseau…