Nobel ödüllü bilim insanımız Aziz Sancar’ın açıklaması medyada epey yankı yarattı. [eltd_blockquote text=”“Çoğu insan zekaya inanır, ben inanmıyorum. Bizi birbirimizden ayıran emektir, ben çalışmaya inanıyorum”” title_tag=”h2″ width=””] dedi Sancar.
Üstün zeka ve yetenek konularında bir uzman olarak, bu konudaki görüşlerimi paylaşacağım.
“Zekanın gelişmesi için çok çalışmak gerekir”, doğru bir tespittir. “Zekasına güvenip çalışmayanlara göre, daha düşük zekada olup çok çalışanlar hayatta daha başarılı olabiliyor” doğru bir tespittir. Ancak
“Sadece emek yeter, zeka önemsizdir” düşüncesi, iyi niyetli olsa da, bilimsel verilerle örtüşmeyen bir düşüncedir. Belki de sayın Sancar’ın cümlesini “inanıyorum” şeklinde bitirmesi bilinçlidir, çünkü bir şeye inanmamız onun gerçekten var olduğunu göstermez. Kanıt gerekir.
Sancar’ın çabaya vurgusu, çocuklarımızla iletişimimizde kullanacağımız bir mesaj olarak önemlidir. Son dönem araştırmalar, zekaya değil çabaya övgünün çocukların performansını arttırdığını net bir biçimde ortaya koyuyor.
Tersine, çocuklara sürekli zekisin demek performansı düşürüyor. Bir çocuğa kırk kere aptal dersen aptal olur deriz ya, çocuğa kırk kere zeki demek de çocuğu aptallaştırmaktadır!
Arasında çocukların da olduğu bir izleyici grubuna, arka planda böyle bir hassasiyetle bu açıklamayı yaptıysa, o zaman söyleyecek bir şey yok; hassasiyeti için tebrik ederim.
Ayrıca “nöroplastisite” çalışmaları, beynin çalıştıkça güçlendiğini, yeni bağlantılar kurduğunu, bu sürecin ömür boyu devam ettiğini de göstermektedir.
Ancak bütün bunlar, herkesin eşit düzeyde çalışarak eşit sonuçlar elde edeceği anlamına gelmez. “Başarıda sadece genler önemlidir” demek ne kadar eksikse, “başarıda sadece çevresel etkiler önemlidir” demek de o kadar eksiktir.
10.000 saat kuralı
Öncelikle, çabanın zeka gelişiminde çok büyük önem taşıdığına ben de yürekten inananlardanım. Salt inancın ötesinde, bilimsel çalışmalar da bunu ortaya koyuyor.
Bu konudaki en bilinen kuramlardan biri “10.000 saat kuralı” adıyla popüler hale geldi. Kuram, Florida Üniversitesi Profesörü Anders Ericson’un yıllarca süren bilimsel araştırmalarından temel alıyor.
Kuramı kısaca özetlemek gerekirse, belli bir alanda (bilim, spor, müzik, satranç, vs.) düzenli, sistematik, bilinçli pratik yapan kişiler, aşağı yukarı 10.000 saat (yani 10 yıl boyunca günde 4-5 saat gibi düşünebilirsiniz) sonunda üstün başarıya ulaşıyorlar.
Zeka potansiyelinin üstün performansa dönmesi için çok çalışmak şart. Olağanüstü başarı çok uzun yıllar boyunca bilinçli, düzenli bir çalışma ortaya koymadan, gökten zembille inmiyor. Ben Aziz Sancar’ın da özünde buna vurgu yapmaya çalıştığını düşünüyorum.
Sancar yıllarca emek verip piyano çalsa Fazıl Say olur muydu?
Ancak yıllarca emek verip fizik çalışan herkes sonuçta Einstein olabilir mi? Yıllarca bilgisayarda kod yazan herkes Steve Jobs olabilir mi? Yıllarca futbol oynayan herkes Pele olabilir mi? Sesi pek de güzel olmayan kişi, 10.000 saat sonunda herkesin keyifle dinleyeceği olağanüstü bir şarkıcıya dönüşebilir mi?
Sancar bunun mümkün olduğunu söylemeye çalıştıysa, o noktada kendisiyle ayrışıyoruz. Yoğun çalışma sonunda herkes, çalıştığı alanda başladığı noktadan çok daha ileriye gider. Ama herkes sonunda Nobel ödülünü alamaz.
Fazıl Say’ın babası müzisyen, annesi müzik aşığı bir kadın, müziğin değer verildiği bir evde büyümüş, en iyi öğretmenlerden ders almış, tutkuyla sevmiş piyanoyu, çok çalışmış evet… Sancar da yıllarca emek verip piyano çalsa büyük olasılıkla çok iyi bir müzisyen olurdu, ama bir Fazıl Say olabilir miydi? Ya da Fazıl Say 10.000 saat kimya çalışsa Nobel ödülünü alabilir miydi?
Başarı, pek çok faktörün etkileşiminden doğar
Bazı insanlar belirli alanlarda daha yüksek bir potansiyel ile doğarlar. Burada genetik faktörler, doğum öncesi anne karnındaki beslenme, erken çocukluk yıllarında çocuğa sunulan olanakların zenginliği ve çeşitliliği, aile içi iletişim, çocuklukta yaşanan travmalar ve bunun gibi pek çok farklı faktörün etkileşimi rol oynar.
Örneğin anne karnında yeterince besin alamayan çocukların IQ skorları daha düşük çıkmaktadır. Evinde kitap olan çocukla olmayan çocuğun test skorları farklı çıkar. Anne babasından daha çok sevgi ve ilgi gören çocukların zekasının daha yüksek olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.
Çocuklukta ağır travmalar yaşayan, sevgiden, eğitimden, ilgiden, düzgün beslenmeden mahrum kalan çocukların zeka puanları daha düşük çıkar.
Bazen ne kadar emek verirlerse versinler, belli düzeyde ilerlemenin ötesine geçemez bu çocuklar…
Bazen tüm çevresel koşullar eşit olduğunda bile, aynı anne babadan doğup aynı evin içinde büyüyen iki çocuk aynı düzeyde başarıyı yakalayamaz.
Aziz Sancar’ın Nobel başarısı da, bilim yapmaya yatkın genetik yapısının, eğitime değer veren bir aileye doğmasının, Türkiye’de ve yurtdışında aldığı eğitim desteğinin, yoğun çalışmasının, sebatının, tutkusunun doğru yerde, doğru zamanda bir araya gelmesinin sonucudur.

Toplumda dar bir zeka tanımı değer görüyor

Toplumda sadece dar bir zeka tanımının değer gördüğü konusunda anlaşabiliriz. Bunu eleştirebiliriz.
Örneğin IQ testlerinin ölçmeye çalıştığı matematiksel ve sözel zeka, okul sisteminde en çok değer gören zeka türleridir. Zeka kavramı, sadece bu iki tür zekayla eş tutulur. Klasik eğitim sisteminde “IQ tipi” başarı değer görür.
Oysa bu, farklı alanlarda zeka potansiyeli taşıyan çocukları dışlayıcı bir anlayıştır. Bazı çocuklar okul sisteminde değer görmeyen alanlarda da yüksek potansiyel taşıyabilirler, ama toptancı bir eğitim sistemi içinde “başarısız damgası” yerler.
Örneğin Çoklu Zeka Kuramı’nın babası Prof. Howard Gardner, zekanın 8 farklı tipi olduğunu söyler. Aziz Sancar’da mantıksal-matematiksel zeka, Picasso’da uzaysal zeka, Fazıl Say’da müzik zekası, Charles Darwin’de doğa zekası, ülkemize madalya getiren sporcumuz Çağla Büyükayçay’da kinestetik zeka, Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’ta sözel zeka, bu ülkenin bugüne dek gördüğü en büyük lider olan Atatürk’te sosyal zeka, filozoflarda içsel zeka dediğimiz zeka türünün baskın olduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla IQ testlerinin “zeka” testi olduğu hala yaygın ama modası geçmiş bir görüştür; bu testler zekanın sadece belli bir bölümünü değerlendirebilir. Zeka, bir test ile ölçülemeyecek kadar kapsamlı, çok-boyutlu, dinamik ve kültürel bir kavramdır. Yaratıcılık, esneklik, duygusal zeka, iletişim becerileri gibi, bu yüzyılda son derece önemli olan kavramlar da, test ile ölçülemez.
Bu, testler faydasızdır anlamına gelmez. Test de, her araç gibi, kullanım şekline göre değer kazanır. Bıçağı ekmek doğramak için de kullanan var, insan doğramak için de. Bu, bıçağı iyi ya da kötü yapmaz; kullanım amacını iyi ya da kötü yapar. Test, doğru kişilerin elinde, doğru şekilde kullanıldığı ve yorumlandığı zaman fayda sağlar. Çocukların hangi alanlarda ileri olduğu, hangi alanlarda gelişim sağlayabileceği konusunda fikir verir.

Asıl mesele, kendini gerçekleştirme

Kısacası, zekanın tek tip olduğuna inanmasam da, zekanın önemsiz olduğuna inanmıyorum. “Zeka önemsizdir, emek her şeydir” demek; “yer çekimi önemsizdir, insan emek harcayıp ayağını yere yeterince kuvvetli basarsa, yerçekimi olmadan da ayakta durmayı başarır” demek kadar bilimseldir.
Çalışmanın da müthiş değerli olduğu su götürmez. Ancak her çocuk yoğun çaba sarf ederek hayatın her alanında yüksek başarı elde edemeyebilir. Picasso, bir dehadır, ama matematiği berbattır. Okul başarısı çok düşüktür. Sınıfı öğretmenin verdiği kopyalarla geçebilmiştir. Neyse ki ressam babası sayesinde resim yeteneği ortaya çıkabilmiştir. Türkiye’de doğsaydı, TEOG’da çakılıp kalabilirdi.
Asıl tartışma, her çocuğun içindeki potansiyeli nasıl ortaya çıkarıp geliştirebileceğimiz olmalıdır. Çocuğun içinde olmayanı oldurmaya zorlamak, “papaz eriğini imam eriğini dönüştürmeye” çalışmak gibi tuhaf ve sağlıksız meyveler verebilir. Eğitim sistemi, çocuğun içinde var olan potansiyeli keşfedip kendini gerçekleştirebilmesine, olabileceğinin en iyisi olabilmesine odaklanırsa, daha sağlıklı, mutlu ve başarılı kuşaklar yetişir.
Şu anki eğitim sistemimiz bu konuda çok yetersiz. Yeterli olsaydı, ülkeden çıkan patent sayısı bu kadar düşük olmazdı. Beyin göçü buradan gelişmiş ülkelere doğru değil, tersi yönde olurdu. Aziz Sancar gibi nice değerli bilim insanımız, sanatçımız, kendilerini gerçekleştirmek için yurtdışına gitmek zorunda kalmazdı.
Ezbere dayalı, sorgulamaya düşman, yaratıcılıktan bihaber, yeteneksavar bir eğitim sistemiyle daha ne kadar yol alabileceğimiz meçhul.
Dünya bambaşka, yepyeni şarkılar söylerken, biz hala nuh nebiden kalma yöntemlerle eğitime devam edemeyiz.
Sadece emek vermek yetmez; zekice bir eğitim sistemi için emek vermemiz lazım.