Bu hafta sonu, Türkiye Zeka Vakfı’nın Ankara ODTÜ’de düzenlediği II. Zeka ve Üstün Yetenek Kongresi’ndeydim. Salonun en dolu olduğu ilk günün sabahından en boş olduğu son günün akşamına kadar elimden geldiğince tüm sunumları takip etmeye çalıştım. Gidemeyenler için kongrenin ilginç bulduğum sunumlarından bir kaç şey paylaşayım…
• Açılış konuşmasını yapan Türkiye Zeka Vakfı (TZV) Başkanı Emrehan Halıcı; Mark Zuckerberg, Bill Gates ve Steve Jobs gibi insanların, kendi hayallerini gerçekleştirebildikleri için bizim hayallerimizi de gerçekleştirdiğini söyleyerek sözlerine başladı.
• Halıcı, bilgi üreten ve tüketen ülkeler (tahmin etmekte zorlanmayacağınız gibi biz ikinci gruptayız) arasındaki ekonomik açığın 1990’lardan bu yana hızla genişlediğini belirtti ve ekonomimizi bilgi ve zeka ekonomisine dönüştürmemiz gereğinin altını çizdi.
Genç nüfusumuzda teknoloji kullanımı ve okur yazarlık oranının yüksek olmasının büyük bir potansiyel olduğunu ve özellikle üstün yetenek ve zeka potansiyeli yüksek çocukların tespit edilip desteklenmesinin ekonomik kalkınmamız açısından da hayati olduğunu vurguladı.
• Kongrenin ilk konuşmasını yapan psikiyatr Prof. Yankı Yazgan, üstün potansiyelli bireylerde sosyal ve duygusal gelişimin önemini, kendi lise hayatından çarpıcı örnekleri bilimsel araştırma sonuçlarıyla buluşturan doyurucu bir sunumla ele aldı. Üstün zeka ve yeteneğin tek başına yeterli olmadığını, bu çocuklara ayaklı bilgisayar muamelesi yapmanın hata olduğunu, ruhsal yapının ve destek sisteminin çok önemli olduğunu, bunlar sağlam olmadığında bu çocukların çok ciddi sıkıntılar yaşadığını kendi arkadaşlarından örneklerle açıkladı.
• Yazgan’ın lise hayatından verdiği ilginç bir örnek şöyleydi: “Okulun ilk günü öğretmen bize “Boş zamanlarınızda ne yaparsınız?” diye sordu. Hepimiz king, futbol gibi oyunlar oynasak da öğretmene parlak görünmek için “satranç oynuyoruz, kitap okuyoruz” gibi cevaplar verdik. Bir arkadaş ise hocanın sorusuna “Düşünürüm” diye cevap verdi. Kimse anlam veremedi. O günden sonra onu dışlamaya başladık, düşünen biri olduğu için… Düşünürüm yanlış cevaptı, çünkü sosyal hayat başkalarının ne beklediğini düşünerek cevap verme üzerine dayalı… Mesela hoca senden satranç cevabını bekliyorsa king demeyeceksin. Bunu sezmek ve anlamak önemli. O arkadaş sonra hayatta çok ciddi zorluklar çekti” (Yazgan bunu kendisi düşünmeye karşı olduğu anlamında anlatmadı elbet; sadece o cevabı veren arkadaşının o dönemde karşı karşıya kaldığı muamele ve ardından gelen yalnızlığı anlatmak için paylaştı).
17. Yüzyılda yaşayan Fransız filozof Descartes’ın “Düşünüyorum, demek ki varım” sözünü bilirsiniz. Descartes 70’lerde Yazgan’ın arkadaşının yerinde olsaydı, “Düşünüyorum, demek ki varım” dediğinde “Ya Dekart sen ne tuhaf adamsın, şurada ağzımızın tadıyla bir king oynatmadın, düşün düşün … işin” tarzı bir cevap alabilirdi.
Bu anı ta kaç yıl öncesinden…Hem de Ankara “Fen Lisesi”; zaten parlak beyinlerin seçilip alındığı bir ortam… Demek ki antientelektüalizmin tavan yaptığı günümüz Türkiye’sinde çocuk boş bulunup “boş zamanlarımda düşünüyorum” dese karantinaya bile alabilirler.
• Yazgan, bu çocuklara birer başarı makinesi ve herkese gösterecek bir ürünmüş gibi davranmanın çok riskli olduğunun altını çizdi. Teşhisin amacının etiket değil, yardım olduğunu belirtti. Çok doğru, ama etiket peşinde koşan maalesef çok insan var.
• Yazgan, ruhsal, sosyal ve akademik dengeyi bulmak için çocuğu mümkünse kültür, sanat ve sporun önemsendiği bir okula göndermenin ve kitap okuma alışkanlığı kazandırmanın önemini vurguladı.
Aslında iki gün boyunca, matematikten oyuna birçok konuda yapılan sunumlardan çıkan ortak öneri buydu:
“Çocuklarınıza erken yaşta kitap okuma alışkanlığı kazandırın”.
• Beni en çok “eğlendiren” bilgi ise testlerle ilgili bir ayrıntı oldu. Biliyorsunuz üstün zeka tanısı koymak ve ilgili eğitim kurumlarına başvurabilmek için testte çocuğun alması gereken taban puan 130. “Bazen Belediye meclisi üyesi arıyor, bizim yeğenin WISC-R (yani zeka testi) skoru 121 çıktı, 130 yapıversenize” diyormuş. Böyle şeyler de oluyormuş. Nasıl şaşırdım anlatamam, Avrupa’da Amerika’da olsa neyse de bizim gibi bir ülkede böyle şeyler olmasını hiç beklemezdim.
• Bir katılımcı, testlerin çok kötüye kullanılabildiğini, yetkin olmayan ellerde yanlış sonuçlar verdiğini söyleyerek bir “WISC-R denetim merkezi var mı” sorusunu yöneltti. Öyle bir merkez yok. Ancak bu testler sadece sertifika sahibi yetkin psikologlar tarafından yapılabiliyor. Buna rağmen test sonuçları çok hatalı yorumlanabiliyor. İşte bu yüzden de, iyi ya da kötü, test sonuçlarına her zaman temkinli yaklaşmalısınız. Çocuğu tek bir test sonucuyla değerlendirmemelisiniz.
• Yazgan, hiperaktivite gibi durumlarda ilaç kullanımının tek başına beceri kazandırmadığını, mutlaka besleyici ve zenginleştirici bir ortam da sunmak gerektiğini belirtti. İlacın, sadece ilaç gereken durumlarda verilmesini önerdi. “İlacı sadece ilaç gereken durumlarda vermek”… Bu cümleyi ahlak ve mantık sahibi bir insan okuduğunda, zaten başka ne olacaktı ki demesi doğal. Ama işte her zaman öyle olmuyor. İlaç, gerekmeyen durumlarda da yazılabiliyor. Çocuk savunmasız, büyüklerine muhtaç, onlara güveniyor; aile bilgisiz, uzmanlara muhtaç, onlara güveniyor… Ancak her “uzman” vicdan sahibi değil… Lütfen çocuklarınıza verilen ilacı her türlü ayrıntılı tetkikten sonra kabullenin. 10 dakikalık, tek kerelik bir görüşmenin ardından değil… İlaç bu sonuçta, bir sürü yan etkisi var…
• Geriye kalan ilişkilerdir. Yazgan lise yıllarından aklında kalanın kimin ne not aldığı, kimin fende iyi olduğu, kimin matematikte kötü olduğu gibi ayrıntılar değil, o dönemdeki ilişkileri olduğunu vurgulayarak sunumunu bitirdi.
Her şey unutulduktan geriye kalan anılar, ilişkiler, dostluklardır…
Dr. Sinan Canan moderasyonunda, radyocu Ayça Şen, oyuncu Ezel Akay ve yazar Alper Canıgüz’ün katıldığı “Zeka ve Yetenek Kavramlarının Yeniden Çerçevelenmesi” başlıklı oturum, çok ilginç ve ilham verici bir oturumdu. İşin içine bir sinirbilimci, bir yazar, bir oyuncu ve bir radyocu girince konu anında renkleniyor, zenginleşiyor, derinleşiyor…
Bundan sonraki yazıda oradan devam edeceğim…