Umut köydeki bir yol gibidir. İlk başta ortada bir yol yoktur, ama giderek daha fazla kişi tekrar tekrar yürüdükçe, bir yol ortaya çıkar. Sheryl Wu Dunn
“Yıl 1957.
Yer, ABD’nin güneyinde, ırkçılığın kol gezdiği Arkansas eyaleti…
Ali Neill, bu ortamda okula giden zenci bir oğlan çocuğu… Herkesin iflah olmaz gözüyle baktığı, öğretmenlerini ve hatta okuldaki kütüphane görevlisini ağlatacak kadar zor bir çocuk…
Günlerden bir gün, Ali nasıl olduysa okulun kütüphanesine “düşer”. Kütüphanede gözüne bir kitap ilişir: Kitabın kapağında, üzerine fazla bir şey giymemiş seksi bir kadın resmi vardır. Kitap Ali’nin ilgisini çeker ve gidip kitabı kütüphane görevlisi Bayan Grady’den normal yollardan istemek yerine, çalar.
Eve gidince kitabı okumaya başlar. Çok hoşuna gider bu iş… Kitap bitince tekrar kütüphaneye gider ve aynı yazarın başka bir kitabını çalar. Bunu tam dört kez üst üste yapar.
Bütün bu çalma ve okuma süresi boyunca, Ali, farkında olmadan bir kitapsevere dönüşmüştür. Kitap okuma alışkanlığı sonucunda notları inanılmaz yükselir ve okuldan yüksek başarıyla mezun olur.
Sonrasında, o dönemde bir Afrika kökenli Amerikalı için çok zor olmasına karşın, toplumda tanınan ve saygı gören çok başarılı bir avukat olur.
Hikaye burada bitmiyor. Hikaye, burada başlıyor.
Ali yıllar sonra okuluna vefa duygusuyla geri döner. Kütüphane görevlisi Bayan Grady’i bularak kütüphaneden defalarca kitap çaldığını itiraf eder.
Bayan Grady’nin yanıtı ise insana insan olduğunu hatırlatacak cinstendir:
“Biliyorum”.
Bayan Grady, daha ilk günden itibaren Ali’nin kitabı çaldığının farkındadır. Ancak Ali’nin zor, asi, kural tanımaz bir çocuk olduğunu bildiği için düşünmüş, kitabı normal yollardan istemesinin yarattığı asi çocuk imajını sarsarak onu utandıracağını hesap etmiştir. “Çünkü asi ve zor çocuklar kitabı almaz, “çalar” .
Bayan Grady, Ali’yi suç üstü yakalayıp utandırmak yerine, kitabı çalmasına izin verir.
Ama orada da durmaz. O hafta sonu arabasına atlar ve ta 70 mil ötedeki Memphis’e gider. Kendi cebinden parasını vererek aynı yazarın başka kitaplarını da alır. Kitapları her hafta, Ali kütüphaneye gelmeden önce, sevdiği yazarın kitaplarının olduğu rafa yerleştirir. Böylece Ali her hafta yeni bir kitap bulur rafta…
Grady, yıllar sonra, amacının “çocuğun içindeki potansiyeli ateşlemek” olduğunu söyler…
Bu hikayenin de bir kez daha hatırlattığı gibi, eğitim, sınıf ya da aile ortamıyla sınırlı değildir. Bazen bir kitap da bir çocuğun hayatını değiştirebilir.
Bazen bir kütüphane görevlisi bir çocuğun hayatındaki en önemli eğitimci olabilir. Çünkü gerçek eğitimci, umursayandır.
Gerçek eğitimci, şans verendir.
Gerçek eğitimci, risk alandır.
Gerçek eğitimci, herkesin umudunu kestiği çocuk için kilometrelerce yol gidebilendir.
Karşısındakinin yetişmekte olan, henüz yolun başında bir çocuk olduğunu unutmayandır:
İlk başta belki ortada bir yol yoktur, ama o kilometreleri gidip geldikçe, ortaya bir yol çıkar.”
***
Bu yazıyı bundan bir iki ay önce yazmıştım. Geçtiğimiz gün gazetede, Ağrı’nın bir köyünde öğrenci olan 12 yaşındaki Ebru’nun intihar haberini okudum. Habere göre, olay şöyle gelişmişti:
Ebru’nun sınıfında, iki hikaye kitabı kaybolur. İddiaya göre, kaybolan iki kitap, onun çantasından çıkar. Bunun üzerine öğretmenleri Ebru’yla bire bir yaptıkları görüşmede, onu disipline vereceklerini, babasını da jandarmaya bildireceklerini söylerler.
Gelişmelerden ailesine bahsetmeyen Ebru, o gün babası ile birlikte kuzuları emzirmeye gider. Burada kuzuları sever. Babası ahırdan ayrıldıktan sonra, iple kendini tavana asarak canına kıyar.
Eğitim bu hikayenin neresinde? Eğitimci neresinde? Sağduyu neresinde? Sevgi neresinde?
Ebru’nun hikayesi de Ali’nin hikayesi gibi devam edemez miydi?
“İddiaya göre, sınıfta kaybolan iki hikaye kitabı, Ebru’nun çantasında çıkar.
Bunun üzerine öğretmenleri yeni hikaye kitapları alıp, Ebru’nun görebileceği bir yere koyarlar.
Ebru, bir sonraki hafta eski kitapları geri getirip, yenilerini alır. Onları okur. Okumak çok hoşuna gider.
Okudukça okul başarısı artar.
Dünya görüşü gelişir.
Hayalleri, köyünün sınırlarının dışına taşar.
Üniversitede istediği bölümü kazanır.
Dereceyle mezun olur.
Mesleğinde çok başarılı olur.
Yıllar sonra vefa duygusuyla köyüne geri gelir.
Öğretmenlerini bulur, ellerinden öper ve hikaye kitaplarını izinsiz aldığını itiraf eder.
Öğretmenleri, “Biliyorduk” derler. “Ama sen oku istedik. Yeter ki oku”.”
Ama Ebru maalesef okuyamayacak…
Ona sevgiyle yaklaşması, doğru yolu göstermesi gereken “öğretmen”leri, onun henüz bir çocuk olduğunu, görevlerinin onu eğitmek olduğunu unuttukları için…
Eğitimin asıl anlamını unuttukları için…
Onu korkuyla “adam etmeyi” seçtikleri için…
Belki kendileri de korku kültüründe yetiştikleri, başka bir yol bilmedikleri için…
Belki öğretmenlik mesleğine girişin yüksek standartları olmadığı, çocukları kimlerin eline teslim ettiğimiz meçhul olduğu için…
Ebru artık yok.
Keşke bugün, hırsızların köşklerde yattığı bir yerde, kitap çaldığı iddiası yüzünden mezarda yatıyor olmasaydı.
Keşke “çalınan” tek şey kitap olsaydı bu ülkede…