Çocuklara kitap, oyuncak, park götürmek için yola çıkmış bir avuç çocuktular… Sevgisizlikle bir bombaya sarılmış başka bir çocuk tarafından vuruldular… Onlar cansız kaldılar, ana babaları çocuksuz, ana babasız çocuklar oyuncaksız…
En çok onlar üzerinde oyunlar oynayanlar sevindiler bu işe. Belki sevinenler çocukken birbirleriyle yeterince oyun oynasalardı, büyüyünce birbirlerine kalleşçe oyunlar oynamazlardı, kim bilir…
Haydi düzenbazı anladım, teröristi anladım, hesap kitap peşinde çanak tutanı anladım… Peki ya sana ne demeli? Kürt çocuğu, Türk çocuğu, Ermeni çocuğu, Müslüman çocuğu, şehit çocuğu, terörist çocuğu, onun çocuğu, bunun çocuğu diyerek olanı reva gören, susan, alkış tutan sana ne demeli?
“İnsan” değil misin sen? Senin çocuğuna yolda araba çarpsa, önce hangi milliyetten hangi dinden olduğunu sorup öyle mi yardım etsinler istersin? Bu mu istediğin dünya? Çocuğuna bırakmak istediğin miras bu mu?
Çocuğun dini mi olur, çocuğun milliyeti mi olur, ey vicdansız, ey akılsız? Çocuğun oyuncağı olur, ağzının kenarlarında yapış yapış çikolata olur, koşup oynamaktan yorulmuş dizleri, içi gülen gözleri olur.
Bir fotoğrafa bakıyorum. Bir mülteci kampında çekilmiş. Küçücük bir kız çocuğu. Üstü başı kir pas içinde. Kirli ayakları çıplak. Gazeteci fotoğrafını çekmek için makinesini çıkarmış. Fotoğraf makinesini görünce ellerini havaya kaldırıyor. Korku içinde. Ağlamaya başlamış, ne olur öldürme diye yalvaran gözlerle bakıyor… Niye mi? Fotoğraf makinesini silah sanıyor çünkü. Sen fotoğraf makinesini silah sanıp ağlayan çocuğun yaşadığı dünyada insan olmaktan memnun musun? O zavallının içine ekilen kalleş korkuyu, yaşadığı derin travmanın izlerini kim nasıl temizleyecek? Peki sen vicdanını hangi hortumla yıkayacaksın?
Bir video izliyorum. Başka bir mülteci kampında çekilmiş. Küçücük bir kız çocuğu. Üstü başı kir pas içinde. Kirli ayakları çıplak. Eline mavi peluş bir oyuncak vermişler. “Bana bu oyuncağı niye verdiniz” der gibi bakıyor. Kapkara gözleri korku dolu. Belki de iyi bir şeyin olabileceğine inancını yitirmiş daha o yaştan, ne çıkacak sonunda diye şüpheli… Oyuncağın cansız bedeninde bile onunkinden daha çok hayat var. Oyuncağın aptal yüzünde bile onunkinden daha çok umut var. Bir çocuğun umutları un ufak olmuş. Senin için çocuk oyuncağı.
“Çocuk nereliymiş?” Aklına gelen ilk soru bu, değil mi? Senin için insanlık oradan başlıyor çünkü. Sana din diye, ırk diye, milliyet diye dayatılandan başlıyor. Ama senin insanlığın asıl orada bitiyor, farkında bile değilsin. Senin dinin milliyetin ırkın nefretten başka bir şey değil. O sadece bir “çocuk”. Çocuğun milliyeti insandır; dini oyundur, sevgidir. Anladın mı?
Sana göre “Sünni çocuk”, “Alevi çocuk”, “Türk çocuğu”, “Kürt çocuğu”, onun çocuğu, bunun çocuğu. Çocuğun başına gelen bir ek olmazsa, çocuğun başına gelen işi rahatça meşrulaştıramazsın çünkü değil mi? Sanki Suriyeli olmak onun suçuymuş ya da seçimiymiş gibi…Sanki oralı ya da buralı olmak bir marifet ya da bir musibetmiş gibi. Sen bu ülkeye doğmayı kendin mi seçtin? Ait olduğun dine ait olmayı kendin mi seçtin? Her milliyeti araştırdın da bunu mu seçtin? Her dini mezhebi inancı okudun inceledin de, inancını öyle mi seçtin? Hiç sanmıyorum. O kadar okusan, o kadar anlasan biraz düşünmeyi öğrenirdin. Düşünseydin bir insanın acısını tüm insanlığın acısı gibi görürdün. Düşünmekten ve hissetmekten aciz olduğun sürece insan değilsin.
Affetmeyin bunları çocuklar. Bırakın sevgisizlikleriyle, önyargılarıyla, insanlıklarından çok sevdikleri o “çok ulvi değerleri”yle yaşasınlar.
Toplayın bavulları. Oyuncaklarınızı doldurun içine. Güzel kitaplar, güzel filmler, güzel şarkılar, güzel resimler alın yanınıza.
Madem bu gezegen kalpsiz, kalbi olan bir gezegene gidin. Gidip en uzağa, Plüton’un üstündeki o kalbin içine yerleşin mesela.
Orada sadece “çocuk” olun. Başınızda hiçbir bir ek olmasın. Bir tek sevgi, güven ve akıl başınızdan eksik olmasın.