Yetenek potansiyelinin üstün başarıya dönüşmesi için bazı temel faktörlerin etkileşimi önemlidir. Genleriniz, doğdunuz ve yetiştiğiniz çevre, o çevrede yaşadığınız deneyimler gibi.
2015 Nobel Kimya Ödülü’nün sahiplerinden Aziz Sancar, bu faktörlerin doğru etkileşimiyle, dünya çapında başarının nasıl yakalanacağına dair güzel bir örnek.
Bu örneği, klasik tohum-toprak metaforu üzerinden inceleyelim. Genleri tohum, ülkeyi iklim, aileyi toprak, deneyimleri de toprağın bakımı gibi düşünelim.
Sancar’ın bilim yapmaya yatkın genleri, Türkiye’de dünyaya gelmiş. Tohum iyi, toprağın bulunduğu iklim kötü. İklim kötü, çünkü bilime elverişli değil. Bilim tohumlarının üzerinde kara bulutlar dolaşıyor, ama bir türlü yağmur yağmıyor. Ülke politikasında, eğitim ve bilim değer görmüyor, ülke ihtiyaçları listesinin alt sıralarında yer alıyor. Hatta bu coğrafi bir kader. İnsanın değer görmediği bir coğrafyada, bilim insanı hiç değer görmüyor. Cehaletin bilime galip geldiği bir coğrafya bu.
Bilim yapmak her şeyden önce soru sormaya dayanır. Her şeyi sorgulamaya dayanır. Bilimde tabu olmaz, taraf olmaz, korku olmaz.
Çocuk, doğası itibariyle, küçük bir bilim insanıdır. Tabu bilmez, neden diye sorar durur, meraklıdır. İşte bu sorusuna nasıl cevap verildiği farkı yaratan noktadır. “Çocuklar öyle çok soru sormaz”, “saçma sapan sorular sorup durma”, “öfff, git başımdan, rahat ver azıcık”, “sen mi kurtaracaksın ülkeyi” gibi tepkilerle karşılaşan çocuğun sorgulama alışkanlığı yavaş yavaş törpülenir. Törpülenen, bilimsel düşüncenin temelidir.
Aziz Sancar bu açıdan şanslı, çünkü ortam kötü olsa da, karakteri ve ailesinin eğitime verdiği önem durumu kurtarıyor. Yani iklim kurak, ama tohum da toprağın bakımı da iyi.
Sancar bilim yapmaya yatkın bir karakterde ve kafa yapısında, azimli, çalışkan… Ailesi iyi eğitimli olmasa da, onuneğitimi için çabalıyor. Ayrıca açık fikirli bir aile olduğu da belli. “Aman oğlan dizimizin dibinden ayrılmasın, yaşlandığımızda bize baksın, doğru düzgün bir işe girsin de eve ekmek getirsin” gibi bencilce endişelerden uzaklar.
Ailenin de desteğiyle tomurcuklanıyor tohum… Yağmurun yağmadığı yerde, taşıma suyla çıkartıyor başını gizlendiği topraktan… Ama taşıma suyla değirmen bir yere kadar dönüyor. Ülkesinde belki de yok olmaya ya da güdük kalmaya mahkum bir tohum, yaban ellere göçüyor; orada yeşeriyor, coşuyor.
O yüzden Aziz Sancar Nobel aldı diye Türkiye niye bu kadar gurur duyuyor, sorguluyorum: Gururlanacak olan birileri varsa, bu kendisi ve ailesi olmalı, ilkokuldan üniversiteye kadar onu okutan öğretmenleri olmalı, belki bir de mezunu olduğu İstanbul Üniversitesi olmalı.
Türkiye ne açıdan gurur duyuyor ki? Sancar o Nobel’i Türkiye’de “bilim” yapıp alsaydı, çok haklı bir gurur duyabilirdik. Onu aslen Nobel’e taşıyan ortam ABD’deki özgür ve bol destekli bilimsel araştırma ortamı değil mi?
Bizi bu kadar gururlandıran onun bu topraklarda doğmuş olmasıysa, bence bu sevinilecek değil, aksine utanılacak bir duruma işaret ediyor. Herkes her yerde doğabilir. Bu seçilerek yapılan bir eylem değildir, tamamen şanstır. Bir bilim insanı için Türkiye’de doğmuş olmak kötü şanstır. Öyle olmasaydı Sancar da dahil birçok parlak beyin tası tarağı toplayıp başka diyarlara göç etmek zorunda kalmazdı.
Aziz Sancar’ın bir televizyon kanalına verdiği röportajı izledim. Gerçek bir bilim insanı olduğu naif yorumlarından da belli. Röportajda, “Yurtdışındaki gençlere önerim, ülkelerine geri dönmeleri. Türkiye’de bilim insanı yetiştirmeleri. Ben bunu yapamadım, bunun için pişmanım diyor”.
Sayın Sancar, hiçbir şey için geç değil, hala buraya dönüp bilim insanı yetiştirebilirsiniz. Ama sakın gelmeyin! Siz orada kalıp insanlığa fayda sağlamaya devam edin.
Buraya gelip kanser olacağınıza, orada kalıp kansere çözüm bulun.
Çünkü biz burada bilim üretmeyiz, tüketiriz. Bilim üreteni de tüketiriz.
Misal, Edison ampülü bulur, biz gani gani kullanırız elektriği, ama Edison her şeyden önce “gavur”dur, cehennemde yanmaya mahkumdur. “Gavur icadı” telefonlar elimizden düşmez, gavur icadı televizyonun akşama kadar başından kalkmayız, gavur icadı ilaçlarla hastalarımızı iyileştiririz. Gavuru lanetlemekten geri kalmayız, ama gavurun icadı olan bilimin her türlü nimetinden ikiyüzlüce yararlanırız.
Bu düşünmeme hali politikacıların işine gelir, çünkü bilimsel düşünce çıkarlarıyla örtüşmez. Neden? Çünkü bilimsel düşüncenin temelinde sorgulamak yatar. Sorgulayan beyin gün gelir onları da sorgulayan noktaya gelebilir. Onları palazlandıran sorgulayan beyinler değil, cahil halklardır. O yüzden söylemde bilime değer verirler, ama eylemde eğitim sistemini mümkün olduğunca sorgulamaktan uzak bir yapıda tutmaya çalışırlar.
Yani bilim yapmak isteyenler için ne varsa Gavuristan’da var! Türkiye’den Nobel çıkabilmesi için, Nobel adayı beyinlerin Türkiye’den çıkıp gitmesi gerekiyor!
Burada kalıp bilimsel bazdan yoksun, “fasulyeden projeler”le TÜBİTAK gibi kuruluşlardan medet umacaklarına, TÜBİTAK’ın reddettiği projeleriyle varsın göçsünler başka memleketlere. Burada reddedilen o projeler uluslararası bilim camialarında burslara boğuluyor nasılsa.
Yanlış anlaşılmasın, beyin göçünü teşvik etmiyorum. Keşke burada kalanlar, keşke buraya dönenler olsa… Ama göçen beyinleri anlıyorum. Bilim yapmak için sert rüzgarlara karşı mücadele verecekleri bir ortamda eriyip gitmekle, bilime değer veren ortamlara göçmek arasında bir seçim yapıyorlar.
Göçen beyinleri saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum. Yolları açık olsun. Bir gün Nobel’i kazansınlar, dünyayı değiştiren buluşlar yapsınlar, insanlığı ileri götürsünler.
Biz de burada TV karşısında çekirdek yerken, “Türkiye’de doğmuştu” diyerek gurur duyarız.